Türkiye’den neden bir dünya markası çıkmıyor?
Neden çıksın? :) Yıllardır süren bu tartışmaya noktayı koymak niyetindeyim. Hazırsanız başlayalım.
On yıllardır tartışılan, üzerine kitap bile yazılan bu konuyla ilgili yorum yapmaktan biraz uzak duruyordum. Pek net değilmişim gibi hissediyordum. Elbette bu konuda fikirlerim, kendimce doğru olduğunu düşündüğüm çözümlerim vardı. Bolca tartışıldığı ve geçen on yıllar içerisinde pek de bir şey değişmediği için kafamın içerisinde bir yerlerde pişmeye devam ediyordu. Geçtiğimiz hafta misafir olduğum bir podcastte sorulunca, fırından çıkartıp net bir cevap olarak fikirlerimi ortaya koyma fırsatı buldum. Bu yazı, ilhamını orada verdiğim cevaptan alıyor ve sadece neden çıkmadığına değil bonus bir bölüm ile nasıl çıkacağına da odaklanıyor.
Öncesinde bu tartışmaların çerçevesini sizlere sunmak isterim. Neden dünya markası çıkmadığı ile ilgili tartışmalarda genellikle aşağıdaki başlıklar yer alıyor:
Ar-Ge ve inovasyon alanında yeterli yatırım yapılmamakta
Fikri mülkiyet haklarının korunması ve patent sayısının artırılamaması
Katma değerli ürünler üretememek
Yüksek kaliteli eğitim ve yetenekli işgücü eksikliği
Pazarlama ve marka konusunda yeterince deneyime sahip olmama
Sermayeye erişmedeki zorluklar, kısıtlı kaynaklar
Rekabetçi global pazarlara hazır olmamak
Farklı kültürlere adapte olamamak ve geniş kitlelere hitap edememek
Uluslararası ortaklıklar ve işbirliklerinin dışında kalmak
İç pazarda elde edilen başarıya odaklanmak
Yukarıdaki maddeleri detaylıca açmak ve tartışmayı genişletmek yerine neredeyse tüm bu sebeplerin üzerindeki kök sebebe doğru ilerlemek istiyorum.
En sonra söylenecek şeyi başta söyleyerek: Rekabetsizlik Ürün ve hizmetlerin birbirleriyle yarıştıkları rekabetçi bir piyasanın olmaması tüm yukarıdaki maddelerin ve marka olmamanın sebebi.
Rekabet olmadığı için Ar-Ge ve inovasyona, patentlere, daha kaliteli iş gücüne ihtiyaç yok. Pazarda katma değerli ürünler üretmek için bir yarış yok. Pazarlama yapmaya hatta marka olmaya bile gerek yok. Üretici nüfus genellikle niteliksiz ve insan kaynağı ucuz. Uluslararası rekabette tek avantaj ne yazık ki fiyata indirgenmiş durumda. Marka olup rekabetin bir parçası olmaktansa fason olarak ucuz emeği değerlendirmek daha kolay. Sermaye kısıtına bağlı olarak da iç piyasada rekabet yok. İç pazarda talep genellikle yüksek ve yarışılacak rakip de pek yok.
İstisnalar var mı? Mutlaka. Özellikle global oyuncuların pazarda yer aldığı rekabetçi sektörler. İlk aklıma gelen beyaz eşya sektörü. Kar marjlarının oldukça düşük olduğu, rekabetin çok yüksek olduğu bir sektör. Sonuç? Arçelik ve Vestel gibi dünyaya kafa tutan markalar. Ülker grubu bir diğer örnek. İç pazardaki global oyunculara kafa tutan ve bu rekabet sayesinde dünyaya açılan başka bir markamız.
Eğer dünya markaları çıkarmak istiyorsak pazara rekabeti getirmeliyiz. Bırakın dünyayı, ülke içinde bile marka olmak için rekabete ihtiyacınız var. Eğer rekabet yoksa marka olmanıza da gerek yok.
BONUS:
Yazı aslında burada bitti. Dünya markası olmak ile ilgili kendi cevabımı sizinle paylaştım. Ama konuyu burada bırakmak istemedim ve “neden rekabetçi piyasalarımız yok?” sorusunun cevabını da meraklısı için eklemek istedim. Aşağıdaki yazışmanın ilhamı Yalın Alpay’ın bir videosu.Bu video sonrası uzunca bir yorum paylaştım Twitter’da.
https://x.com/buraksu42/status/1718931161647399382?s=20
Hızımı alamayarak aşağıdaki düşünce akışını da yukarıdaki posta ekledim sonra. Keyifli okumalar.
Şimdi adım adım bu sonuca nasıl vardığımı sizlerle paylaşmak isterim.
Korelasyon ve nedensellik açısından söyleyeceklerimi tartışmalı bulabilirsiniz. Ben ekonominin sebep, geriye kalan her şeyin sonuç olduğunu varsayımsal olarak kabul ediyorum. Örneğin, ülkede bolca konuşulduğu gibi özgürlük ve adaletin ekonomik gelişmeyi doğurduğuna değil ekonomik gelişmenin özgürlük ve adalet gibi konuları iyileştirdiğine inanıyorum. Tartışabiliriz. :)
Bugün yaşadığımız temel sıkıntının rekabetçi bir piyasa olmaması ve buna bağlı toplam faktör verimliliğinde düşüş yaşamamız diye düşünüyorum. Bu denklemde ekonomik büyümeyi de dahil etmek isterim ancak rekabetin olmaması durumunun kaliteli büyüme konusunda da etken olduğunu düşünüyorum. Haklı olarak ekonomi büyümediği için derinleşmenin ve rekabetin olmadığı da iddia edilebilir. Haklı bir iddia. Bence ikisini birden gidermenin bir yolunu bulmak gerekmekte.
Türkiye’nin kalkınma hikayesine baktığınızda devletin ana aktör olduğu, dönemsel olarak kendi zenginlerini yarattığı ve ahbap çavuş kapitalizminin uygulandığını söylersek pek yanılmış olmayız. Bugünün önde gelen holdingleri servetlerini genellikle devlet ile iş yaparak, devlet üzerindeki etki ile münhasırlık kurarak ya da tekel olarak, hiç olmadı özelleştirme ile devletin yatırımlarını satın alarak yaratmışlardır. Bugün hala devlet ülke ekonomisinin en büyük oyuncusudur. Devlet servet transferinin bir aracıdır ve bugün yaşadığımız ekonomik çöküntü başta olmak üzere, neredeyse her büyük problemin müsebbibidir.
Hemen basit bir örnek ile gidelim. Belediyenin web sitesini yenilemek için bir ihale açtığını varsayalım. İşin kapsamı belli. Yapılacaklar belli. Bedeli belli. Normal şartlarda herkes eşit şartlarda ihaleye katılırsa yaratılan rekabet ortamı standartları belirlenmiş kalitedeki işi en uygun fiyata almak üzerine ilerler süreç. İşi alacak firma uzman çalışanlara sahip olmalıdır ki teknik şartları yerine getirebilsin. Elindeki tüm kaynakları verimli kullansın ki kar elde edecek şekilde websitesini yapabilsin. Peki bizde süreç nasıl oluyor? Önce ihaleyi açanlar ihaleyi kimin alacağına karar veriyorlar. Ne kadara verilecek ve karşılığında ne alınacak. Buna göre kapsam belirleniyor ve kişiye özel ihaleler yapılıyor. Ortada göstermelik bir ihale var. Siz ihaleyi alan şirket olarak ekibinizde uzman kişiler olmasına özen gösterir misiniz? İş kalitesi umrunuzda olur mu? Siz işi alın diye vasatlaşmış kapsamın üzerinde iş teslim eder misiniz? Ya da ihaleye katılan işini iyi yapmak isteyen şirketler, sahipleri. Siz daha iyisi için uğraşır mısınız? Bir sonraki ihale için ekibinizi mi güçlendirirsiniz yoksa tanıdıkları mı?
Buna ek imar ile dağıtılan rantları, inşaat sektörüne yatırılan milyarlarca doları ve bu sektörü büyütmek üzere talebi arttırmaya yönelik kredi-faiz politikalarını hatırlayın. +5 kat hakkı ile belediyeden geçirdiğiniz bir inşaat projesinin rüşvet, komisyon gibi masraflar düştükten sonra yarattığı ekonomik getiri ile fabrikada üretim yapan firmaların, inovasyon için ar-ge yatırımı yapan şirketlerin getirilerini kıyaslayın.
Bugün yaşadığımız problemlerin çoğu devletin aşırı büyük olması, rantı kontrol etmesi ve servet transferi aracı olmasıdır. Yaratılan bu kısır döngü hür teşebbüsün büyümesini yapısal olarak engellemekte, devletin ekonominin en büyük gücü olması ile sonuçlanmakta. Devlet küçülmedikçe, piyasa büyüyememekte ve bu açmaz iş gücü piyasaları başta olmak üzere katma değer üretmeyi gereksiz kılmaktadır.
İş gücü piyasasında devlet milyonlarca memur ile vasatlığın kalesi durumundadır. Yukarıda anlattığım düzen sebebi ile de firmalar arasındaki rekabet katma değer üretmek üzerine değil tanıdıklara iş yapmak şeklinde ilerlemektedir. Tanıdıklarla iş tutmanın sonucunda açığa çıkan mutualist ilişkide 8birlikte kazanalım bu işin mottosudur) katma değeri yüksek, entelektüel birikimi olan, işinin uzmanı olan ve maliyeti yüksek insan kaynağına gerek yoktur. Vasatlar ile ne kadar ucuza mal edilirse o kadar iyidir. Kaliteli insan kaynağına firmaların talebi azdır. Vasıfsız işçiler tercih sebebidir. Yukarıdaki döngü kırılamadığı için zaten sanayi ve fabrikalar vasıfsız işçilerin üretebileceği şeylere odaklanmayı tercih eder. Belli sektöre ve sanayi kolları daha da ucuz olması için sigortasız işçilerle, kayıtdışı mültecilerle çalışmayı tercih eder. Artık önemli olan ölçek ekonomisi ile ucuza, daha çok üretmektir.
İş gücü piyasasında rekabet olmazsa tek kriter ucuzluk olur. Rekabet olmayınca nitelikli iş gücüne gerek olmaz. Nitelikli iş gücü talebi olmazsa, nitelikli okullara gitmeye gerek olmaz. Nitelikli okullara talep olmazsa her yerde vasat eğitim kurumları görürsünüz. Vasat üniversiteler, vasat liseler… Niye daha eğitimli insanlara ihtiyacınız olsun ki?
Bunun bir diğer sonucu da toplumsal yozlaşma ve değersizleşme ile çıkar. Herkes daha iyi olmak için değil tanıdık bulmak için yarışır. Bu yazılara ilham olan videosunda ALES’te ilk 200’e giren @yalinalpay mülakatta tanıdığı olmadığı için elenir. Sistem size yan yollar bulmayı, kural dışına çıkmayı ve vasat olmayı öğretir. Adalete talep ortadan kalkar. Kişi toplumu değil sadece kendini düşünür. Kendi özgürlüğü onu ilgilendirir. Haklar yok olur…
Abi yazdıkça yazdın diyorsunuz haklısınız. Bir şekilde devleti ekonomik olarak küçültmek zorundayız. Bu küçülme olmadan buradaki rant ekonomisi sonlanmadan bir şeylerin değişmesi zor. Hatta bence imkansız. Çok da uzatmadan birkaç madde ile cevabı sonlandırmak isterim.
Devlet küçülmeli ve ahbap çavuş kapitalizmi bitmeli
Rekabetçi bir piyasa ortamı sağlanmalı
Girişimcilik desteklenmeli
Uluslararası pazarlara açılmak desteklenmeli
@benemredoganer
’in sorusuna gelip bireysel olarak ne yapabilirize de cevap verip sizden gelecek dönüşleri duymak istediğimi hatırlatırım.
Kendi işini büyütmek
Başkalarının işini büyütmek
Girişimcilere destek olmak
Nitelikli insan gücü için çatı oluşturmak