Ne zaman vedalaştığımızı düşünüyorum. Tam bir vedalaşma yok aklımda. Parça parça…
Askeri lisede öğrenciyken evci çıktığımda arada kaçak olarak Ödemiş’e gelirdim. Her gelişin dönüşünde beni babam bırakırdı garaja. Başlarda beklerdi otobüs kalkana kadar. El falan sallardık. Sonrasında zamanla alıştık. Arabadan inip, otobüse binerdim. Arabada beklerdi, yine de otobüs kalkana kadar. Vedalaşma sayılır mı bilmem.
İstanbul’a çalışmaya gideceğim zaman belki bir vedalaşma sayılabilir. Üniversite bitmiş, ilk profesyonel işime başlayacağım. Ertesi gün yeni bir macera başlıyor benim için. Rahmetli ananenin ve dedenin mezarlarını ziyaret ettim yanımda babam ile. Mezarlığın önünde, arabanın içinde yaptığımız konuşma geliyor aklıma vedaya benzer. Bana “Artık gidiyorsun. Yeni şeyler yaşayacaksın. Kimsenin haklını yeme, kimseye de hakkını yedirme.” dediği hala aklımda. Gözleri doldu. Beceremezdi zaten duygusal anlarda konuşmayı. Bir şeyler der, susardı. Yine öyle sustu. “Merak etme” dedim. “Gene görüşeceğiz.”
Vedalaşma sayılır mı bilmem demem bu yüzden. Sanki o yetiştirdiği, büyüttüğü, bugünlere getirdiği Burak’a veda ediyordu. Benim için bir dönüm noktası gibi gözükse de babam hep babamdı ve babam olacaktı. Ama artık Burak onun için aynı Burak olmayacaktı. Arabayı çalıştırıp yola çıkarken o ardında bir Burak bıraktı, yanında başka bir Burak’la yola devam etti. Vedalaşamadık bence. En azından karşılıklı.
Yıllar geçti. Zaman onu da beni de değiştirdi. Arada aile ziyaretleri, arada onların beni ziyaretleri sıradan vedalaşmalar ile sonuçlandı. Zaman geçtikçe ve yaşı ilerledikçe, sağlık problemleri arttıkça, içten içe hiçbir zaman vedalaşamayacağımızı hissetmeye başladım. Üç kalp krizi atlatmıştı ve dördüncüyü atlatması pek olası değildi.
Benimle mezarlıkta yaptığı konuşmadan tam 10 yıl sonra, Aysel ile İzmir’e taşınmayı gündemimize almıştık. Aysel’e “Askeri okul, üniversite, işler güçler derken ben babamla çok zaman geçiremedim. Artık son yılları. İzmir tarafına taşınalım. Son yıllarını birlikte geçirelim” dediğim hala aklımda. 2016 Haziran başı Urla’ya geldik tam da bu sebeple. Evlere falan baktık. İzmir tarafında iş-güç nasıl olacak, onları değerlendirmeye başladık.
Ha deyince olmuyor elbette. Hele ki işler güçler. Biraz da belki ağırdan aldım, konforuma yenik düştüm. Bilmiyorum. Önemi de yok artık zaten.
Yıllardır her annem aradığında elim titreyerek açtığım telefon, bir gece saat bir sularında geldi. Uyuyordum. Telefonda annemin aradığını görünce benimle birlikte uyanan Aysel’e “o telefon bu” dediğimi hatırlıyorum. Telefonu kapattım. Şaşırmamıştım. Aksine oldukça sakin birkaç dakika yatakta öylece durdum. Yapılacak çok şey vardı. Salih’i aradım. “Salih'im rahatsız ettim özür bu saatte” dediğim de sanırım hala tam idrak edememiştim durumu. “Babam öldü” sözü ilk kez ağzımdan çıktığında ağlamaya başladım. Sanki o ana kadar bir hikâye vardı anlatılan ve babamın öldüğü söylenen. O hikâyeyi ben Salih’e anlatınca tüm gerçekliği ile hissedilir oldu.
Duramadım. Ağladım. Salih, “tamam abi, ben çıkıyorum, birazdan sendeyim.” dedi ve telefonu kapattı. Ben bir süre elimde telefon ağlamaya devam ettim. Sonrası tahmin edeceğiniz gibi. Cenaze evi, cenaze namazı, cenaze defin işleri, yas süreci.
Birkaç ay sonra ardında bırakıp veda etme sırası bende idi. Yıllar evvel nasıl o ardında bir Burak bıraktıysa ben de arkamda bir baba bıraktım. Veda ettim ama tam bir vedalaşma da olmadı.
Bazen vedalaşabilseydik nasıl olurdu diye düşünüyorum. Son yıllarında, hatta son günlerinde yanında olabilseydim bu kadar özler miydim diye düşünüyorum. Kim bilir. Ben yine de ara ara yazılarımda bahsetmeyi, onu kendimce hatırlamayı seviyorum. Bu babalar günü de sahne onun.
Herkesin babalar günü kutlu olsun.
Allah rahmet eylesin. eminim sizinle gurur duyuyordur bu yazıyı ona böyle özel bir gün de hediye ettiginiz icin. dün babam hakkında ufak bir yazı yayımladım bende, bakmak isterseniz. elinize saglık..